Zelda Fitzgerald, benim de pek çok insan gibi F. Scott Fitzgerald’ın karısı olarak tanıdığım bir isim. İkisinin 1920’leri fethedişi, fırtınalı evlilikleri, ‘Kayıp Jenerasyon’ akımını başlatmaları, Ernest Hemingway’e kadar zamanın pek çok ünlü isimleriyle takılmaları hepimizin iç çekerek, kıskanarak okuduğu şeyler.
Zelda, trajik bir kişilik benim gözümde: F. Scott Fitzgerald ile evliliklerinin çalkantılı olmasının nedenleri arasında, mesela, ikisinin de deli gibi içmesi ve birbirlerini sürekli suçlamaları yer alıyor. Buna rağmen çok büyük de bir aşktan söz ediyoruz; mesela, eşine sonuna kadar inanan ve ne olursa olsun onun yanında olan Zelda, onun başarılı olmasını engellediğini düşündüğü için Hemingway’den nefret ediyor. Zelda, manik-depresif teşhisi konduktan sonra klinik klinik gezince çift ayrı düşüyor ve F. Scott Fitzgerald’ın ölümü de karısının yanında olmadığı zamanlara denk geliyor. Çok acı değil mi ya?
Güzelliği ve enerjisiyle herkesi kendine hayran bırakan bir kadın olsa da Zelda’nın hayatı tabii ki toz pembe bir rüya gibi değil. Oldukça otobiyografik olduğu söylenen tek romanı Son Valsi Bana Sakla’da da nereden nereye geldiğini, yol alırken neler hissettiğini açık açık görebiliyorsunuz. Eğer bu doğru ise (yani otobiyografik olduğu kısmı), resmen içini dökmek için yazmış kadın Son Valsi Bana Sakla’yı. Bunu göz önünde bulundurduğunuzda da bir yandan “gerçeği kurguya çevirirken sadece isimleri mi değiştirmiş acaba?” diye düşünüyor, bir yandan da fazla uzun sürüyor gibi gelen, biraz sıkıcı kısımları affediyorsunuz: yaşadığı ayrıntıların çoğu kendisine önemli gelmiş herhalde ki hiçbirini atlamak istememiş gibi Zelda.
Previous Post